İşte sıkıcı bir okul günü daha bitmişti. O son dersten, şu hiç sevmediğim çirkef yüzlü Bayan Gioia’nin, bize geçmiş hakkında bir şeyler anlatmaya çalıştığı ancak sınıfın yarısının en arka sıralara geçerek çoktan beşinci rüyalarına vardıkları, Bayan Gioia ise kara kapaklı küçük not defterini çıkartarak, hiçbir zaman değiştirmediği ve beyaz gömleğinin cebinde taşımakta hoşlandığı dışı kahverengi tükenmez kalem ile tahminimce uyuyanların ismini yazdığı o ders işte, neyse ki uyuyanlar arasında değildim ben. Beyaz defterim önümde, küçük tek kişilik beyaz ve plastikimsi sıranın üstünde açık duruyordu, sol elimde duran uçlu kalemimim arkasıyla oynuyordum. Evet, kalem sol elimdeydi ama solak değildim bende Ambideksteri var. Böyle söyleyince komik duran bu kelime, iki elini de ayni güçte kullanabilenler için kullanılır. Uzun lafın kısası iki elimle yazı yazabiliyorum, ancak defterimin önümde açık durmasının asıl sebebi, şu an aklımda olan bir şeyi bir saat sonra unutan ezber yeteneği olmayan aklım, geriye dönüp bakmayı hiç sevmeyen kişiliğim, bir sürü savaşın yerlerinin, zamanlarının, nedenlerinin, sonuçlarının anlatıldığı tarih dersine âşık olduğum için değil, iki elimi kullanabilme yeteneğimle birlikte bahşedilen ve çok küçükken öğrendiğim çizim yeteneğimdi. En sevmediğim derste uyumayı sevmeyen yapım sayesinde, can sıkıntıdan deftere karalama yapıyordum ki, defterim zaten sadece onlarla doluydu. Sınavları umursamıyordum, kopya çekmeden geçemezdim nasıl olsa. Bir yandan gözlerim onu izliyordu, okula gelmemin asıl sebebi, aklımdayken saatlerin taşkın bir nehirdeki sular gibi hızlıca akıp geçtiği, o güzel yüzlü melek. Uzun zamandır duymadığım bu, kalp atışlarımı hızlandıran, ağzımdan çıkan kelimeleri birbirine dolayan, beni ona dayanılmaz bir şekilde çeken o garip his.
Şimdi ise okulun zili çalalı sadece 5 dakika olmasına rağmen sınıf ani bir şekilde boşalmış, uzun düz ve ışık vurunca pırlantalar gibi parlayan saçları ile o ve ben kalmıştık. Bugün işte o gün diye düşündüm, cesaretimi toparlayıp ona yaklaşabileceğim gün. Soluk teniyle her zaman kibirli bakan bakışları ile okulun en güzel kızlarından biri sayılırdı. O güzel narin sesi ile okulda küçük çaplı bir popülaritesi bile vardı. Onu her görüşümde elim ayağım dolanırdı. İyi ki sınıf bomboştu yoksa arkadaşlarım yine bana takılırdı. Yaklaştım ve kurumuş boğazımdan çıkan ses ile bir şeyler söylemeye çalıştım.
Merhaba. Umarım günün bu öldürücü dersten sonra bile iyi geçiyordur.
Yüzümde aptal bir sırıtışla ona bakarken ben, o, küçük ve yuvarlak hatlı kafasını hafifçe bana çevirirken, saçları savruldu. Bakışları, o çim yeşili gözleri, Antarktika’da ki erimekte olan buzullardan bile soğuktu, bana üstten bakıyormuş gibi bir his uyandırdı. Her zaman güzel çıktığını duyduğum o yumuşak sesi ise, tamamen farklı bir tonda çıkarak bana, hayallerimi yıkan o sözleri söyledi.
Bak kimse olmadığı için açık olacağım. Sen benim için rahatsız edici bir veletten başka bir şey değilsin, o sürekli beni izlediğin gözlerin, beni takip eden ayakların ve korkunç derecede sırıtan suratın beni son derece rahatsız ediyor. Artik peşimi biraz, zorla kazandığım popülaritemi düşürmeyi de.
Bu sözleri duyduğumda resmen başımdan aşağı kaynar sular döküldü, tabii ki o anı tek anlatabileceğim kelime bu ise. Yüzümdeki aptal sırıtma saklayamadığım, insanin yüzünde uçan bir köpek gördüğünde oluşana benzer bir şaşkınlığa dönüştü, yani bir sırıtmadan sonra duyduğum derim acı tam şaşkınlık ifadesi debilde gülme ile şaşırma arası diyebilirdim. Bu sanki bana yaptığı kötü bir şakaydı. Sanki birazdan o tatlı gülümsemesini gösterecek ve ‘1 Nisan!’ diye haykıracak, evet, ondan beklediğim buydu. Oysa o saçlarını bir kez daha ama bu sefer sertçe yani ‘bitti’ anlamında bir ifade ile savururken, önümden hızlıca o pembe çantasını koluna takmış, çekip giderken, arkasından bakakalan ve hala yaşadığım şoku atlatamayan ben eminim ki beş dakika filan öyle kaldım. Derim denizler gibi koyu mavi gözlerimden ayni anda hem acı hem da hüsran okunabilirken, sinirli bir şekilde kendi sıramı tekmeledim. Büyük bir hırsla hala çantama koymamış olduğum tarih defterimin son sayfasını açtım ve tüm ders çizdiğim, aklımdan çıkaramadığım ve bugün reddedildiğim, her zaman pırlantalar gibi olduğunu düşündüğüm o kişinin, bembeyaz sayfa üzerine siyah kalemle çizilmiş, kusursuz derecede benzeyen resmini yırttım o boş anlamsız defterden.
Dönüş yolunca düşündüm bunu, reddedilmem doğrumuydu yoksa sadece kendi çıkarları için mi reddetmişti beni. Hatalı olan ben miydim? Duygularım gözümü kör etmişti ve bu yüzüme inen sert şaplağı hak etmiş miydim? Siyah küçük müzik çalarımın çantamın hafif açık olan gözünden çıkmış olduğu siyah kulaklıklar kulağımda rastgele çalan şarkıları keyifsiz bir şekilde yarım kulak dinliyordum.
I need to run far away
Can't go back to that place
Like she told me
I'm just a big disgrace…
Şarkıların hepsinin bir hikâyesi vardır ya, işte bu dizler beni anlatıyordu sanki. Ertesi gün okula hangi yüzle geri dönecek, tekrar onun o güzel yüzüne bakacaktım. Eve gittiğimde kimse ile konuşmadan kendimi odama kilitledim, yaptığım tüm çizimleri dağıtarak tek tek onun yüzünü çizmiş olduklarımı yırttım, o kadar çoktular ki, bu kadar bağlandığımı ben bile fark etmemiştim. Annem kapıyı birkaç kere çalarak endişeli sesini duyurmasına rağmen daha sonra bunun depresyonda olan çocuğuna ulaşmanın yolu olmadığını ve beni tek başıma bırakmanın daha iyi olacağını anlamış olacak ki bir süre sonra ses kesilmişti. Çizimler, havasız, küçük, çoğunu yatak kaplayan, uçuk mavi duvarlarına bile bir sürü şekiller ve çizimler var olan, yer döşemesi eskimiş odamın içinde dört bir yana dağılmış duruyorlardı. Hiç birini, hiç birini görmek istemiyordum. Kendimi yatağıma yüzüstü atim, başımı yastığa gömerek, neredeyse nefes alamayacağım kadar bastırırken, göz pınarlarımdan istem dışı akan tuzlu sular gözlerimi yakarak kızartırken, aklımdaki tek şey, tanrıya yalvarışımdı. ‘Lütfen yarın hiçbir zaman gelmesin.’
...................................................................................................................................................